9
“Karadutun lekesini, sadece kendi yaprağı çıkarırmış…” der eskiler, “İnsan da aynı bu ağaç gibidir; yarasına ilacı başka yerde arayanlar yanılırlar, her yaranın merhemi kendi dalında!”
***
Uzunca bir süredir derdim günüm, “nasıl konuştuğumuz!” Dilimizi ve aklımızı nasıl kullanıyoruz, ona bakıyorum. Kadın, erkek, çoluk, çocuk demeden bakıyorum; kendim dâhil! Sanırım –toplumca- sınıfta kalmışız biz… Bunu neden böyle dediğimi elbette açacağım. Ama önce, neden gözümü aklımıza ve dilimize dikmişim, ondan dem vurmak istiyorum.
· Erkek şiddeti –çoktandır- evlerden sokaklara taşmıştı. Dahası, günlük hayatın doğal bir parçası, bir rutiniymiş gibi görmezden geliniyordu; şiddet, benim ülkemde normalleşmişti… (Bir adım ötesinin taciz, tecavüz, cinayet olabileceği çok açıktı.)
· Kadın ve çocuğa yönelik şiddet, taciz, tecavüz ve cinayet, “artık” hoş görülüyordu… Bunun doğal sonucu olarak da “Kadın ve çocuğa yönelik şiddet, taciz, tecavüz ve cinayet” her geçen gün artıyordu.
· “Türkiye, dünyada kadına şiddet konusundaki araştırmalarda ilk sıralara yerleşmişti. Çünkü ekonomik ve ahlaki yozlaşma ile niteliksiz eğitim, hastalıklı bir erkeklik ortaya çıkarmıştı. Televizyon dizilerinde kadına şiddet milyonlarca kez gösteriliyordu. Feminist gece yürüyüşlerinde kadınlara polis şiddeti reva görülüyordu. Ve ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Yakın Ertürk, “Türkiye kadınlarla açıkça savaşan bir ülke haline geldi” diyordu!” (Bu paragraf, TYS’nın konuyla ilgili bir bildirgesinden derlenmiştir.)
Yeni mi fark ettin, diyebilirsiniz! Elbette ki hayır! Aksine, perşembenin gelişini daha pazartesiden görenlerdendim ben de ve yıllardır, üstümüze düşeni, elimizden geldiğince, hayatın bütün alanlarında, her fırsatta yapmaya çalışmıştık. Ama maalesef gücümüz azdı çünkü bir avuçtuk biz. Dolayısıyla gün bugün oldu! Yoksa korktuğumuz, karşı çıktığımız onca şey misli misli başımıza gelir miydi? (Hâlbuki öyle inanıyorduk ki yüreğimizin ve aklımızın gücüne… Neyse, o kısmı başka bir yazının konusu…)
Cinayet haberlerini sosyal medya hesaplarımda hiç paylaşmadım ben. Yeni yasalar çıksın, yasalar değişsin, yaptırımlar uygulansın diye imzalar attım sadece, bir de konuyla ilgili kampanya ve mitinglere katıldım. Çözümü siyasilerden istemek ve beklemekti bunun diğer adı. Ama bir türlü beklenen olmuyor, Godot gelmiyordu! Bir şey yapılmalıydı, bir şey! Belki herkes kendi minik dünyasında bir çözüm doğurmalıydı.
Biliyorum ki vicdanlı ve duyarlı herkes kafa yoruyor şuan! Ve durum’un adı yara, hastalık, sorun, acı ya da delirium, her neyse; onun nedenlerini ve çözüm yollarını arıyor… Yine biliyorum ki, herkes -kendi meşrebince- tuttu bir yerlerinden… En azından dostlarımın birçoğu ciddi ciddi çalışmakta…
Elbette ki bin nedeni VAR bu kanlı hâl’in:
· Neredeyse bütün zamanların sorunu!
· Coğrafyası yok!
· Ve de çok karmaşık; psikolojisi-sosyolojisi var, siyasi yanı var, coğrafi ve kültürel yanı var…
En masumundan başlayalım: tıbbi karşılığı olabiliyor; öfke ve şiddeti doğuran insülin ve tiroid hormonlarının sorunlu olması gibi...
“Aile kodları ve aile içi ittifaklar” VAR:
· Bazen ailenin kadın büyükleri, kızlarına ya da gelinlerine uygulanan şiddetin kışkırtıcısı olabiliyor; yani kadına şiddeti bizzat başka bir kadın teşvik edebiliyor.
· Anneler bazen erkek evlatlarıyla aile içi ittifaklar kurar, onları bir “sigorta” olarak görür ve hayatlarında söz sahibi olmayı tercih ederler. Bu yolu kullanarak oğullarını gelinlerine karşı kullanmak isterler.
· “İç güveysi” tipi evliliklerde, kızlarına söz geçiremeyen bazı anneler damadı kullanma yoluna gidebiliyor.
Devletin okul, cami, kışla gibi ideolojik aygıtlarının, bile bile ucube bireyler yetiştirmesi VAR; bu aygıtların söylemleri, şiddete eğilimli erkekleri cesaretlendirip, her tür saldırıyı onların gözünde meşru ve doğal kılabiliyor. “En büyük azmettiriciler” onlardır denebilir…
Köleci-feodal aşiret ahlakı VAR… Ki bu ahlak da çok tehlikeli; çünkü erkek egemen zihniyeti yeniden ve yeniden üretmekte… Arap, Türk, Kürt de fark etmiyor, her yere sızmış! Neler yok ki içinde; ensest, tecavüz, oğlancılık, hayvana tecavüz, töre cinayeti, çocuk gelinler, zina, çok eşlilik, özellikle kırsalda köyce üstünden geçilen mağdur… Ki bunların çoğu, lafa gelindiğinde “söz konusu ahlakın” karşı çıktığı şeylerdir; “LGBT’ye hayır!” der mesela… Zina ise, “sümme hâşâ!” Ama kumalık müessesesi baki! “Namus der namus işitir” diyemeyeceğim bu ahlakın insanı için; “namus der durmadan namussuzluk yapar” o! Sert, otoriter, baskıcı, despot, kaba, sevgisiz baba figürü onda… Ezilen, ezildikçe sertleşip erkeğinin tıpkısı olan, olup da erkek egemen zihniyeti devam ettiren anne figürü onda… Bir dostumuz demiş ki, “Köleci-feodal ahlakla ve babayla yüzleşmeden tüm medeniyetler çöptür.”
Ayrıca, Türkiye’nin büyük bir kasaba olduğu gerçeği VAR! Ki sosyolojik bir tanım olarak Kasaba, toplumsal hastalıklar yuvasıdır. Genel kabul gören köklü ve büyük bir kültürü yoktur çünkü onun. Aksine kalıplaşmış küçük kültürleri barındırır. Ve onlar, yani kültürler, her daim çatışma halindedirler. Yanlış yapanı, döverek, söverek, dışlayarak, linç ederek cezalandırmaya kalkışırlar mesela... Bu toplum çok hasta!
Modernitenin, bütün ülkelerin toplum/millet olma özelliğini yıkıp, insanları sürüleştirme, azgın, vahşi, ilkel sürüler haline getirme çabasıysa cabası… İstisnasız her iktidar can yakarak gücünü devam ettirir çünkü...
Bir de Jung’un Dominant Anne figürü VAR. Ki insanın en derin meselesidir o. Jung, kolektif bilinçdışı konusunu işlerken kadın erkek ilişkilerinde çilingir olarak anima ve animus kavramlarını kullanmıştır. İşte oradaki Dominant Anne, hem kızına hem de oğluna, hayatta ezilmemesi için hükümran olmayı telkin eder. Bu da kız çocuğunda animus’u (Dişideki erkek.) parlatır ve onu yetişkinliğinde, adeta kopyalanmış bir Dominant Anne haline getirir. Erkek çocuğundaki sonuç ise daha trajiktir; anneye muhtaç ve onun karşısında ezik olan bebekten bir “erkek” değil, bir “sosyopat” çıkar. Çünkü başka türlüsü mümkün değildir. Freudyen bir analiz şöyle bahseder bu tip erkeklerden: “O, anne karşısında ezik olduğu için anima’sını (Erkekteki dişi.) öldürür ve annesine yöneltemediği duyguları, yıkıcı bir şekilde başka kadınlara yöneltir. Bu ‘erkekliğini ispat çabası’ bir de sosyoekonomik etkiyle birleşirse; erkek itici, duygusuz, şımarık, bencil biri olur, empatiden yoksun bir hayvana dönüşür.”
Dominant Anne eliyle, erkek anima’yı mezara gömmüş, kadınsa animus’u büyütmüştür. Sonra bir gün, bu iki eril güç, arenada karşı karşıya gelir… Anima’yı öldüren erkek, kadından “koşulsuz” itaat bekler! Aynı anne modelinin ürünü kadın ise buna şiddetle karşı çıkar! İşte filmin koptuğu yer burasıdır; oğlumuz kadın karşında ya anne modellemesinde olduğu gibi teslim olacaktır ya da hayvan yönünü ortaya çıkaracaktır. Ama o, anima’sını öldürmüştür; dengeyi bulamaz da kuramaz da! Bu yüzdendir ki bu toplumda –kadın ya da erkek- dengeli birini görmek “pek” mümkün olmuyor; insan ya eziktir bu topraklarda ya da hayvan... Bu konuda suçlayacağımız “Aile” ne yapsın; görüp öğrendiği kalıbı çocuğuna yansıtırken kendi kişisel gelişimi de yarım, eksik, güdük kalmıştır onun...
Kadın animus’uyla, erkek anima’sıyla barışmadıkça galiba bu hayat düzelmeyecek! Çünkü sağlıklı insan, meğerse “cinsiyetiyle barışık” olan insanmış...
“Kadına şiddet sadece ülkemizde uygulanmıyor ki. İskandinav ülkelerinde bile kadına şiddet üst düzeyde.” Diyeniniz çıkabilir. “Kadına şiddet; zaman, çağ, kıta, mekân tanımıyor.” Diyebilirsiniz… “Kadına şiddeti sadece cehalete bağlayabilir miyiz?” diye sorabilir ve şöyle bir cevapla karşılaşabilirsiniz, “2009 Yılında yapılan önemli bir araştırmaya göre üniversite mezunu kadınlar önemli oranda şiddete uğrarken üniversite mezunu erkekler de şiddet uygulamakta okuma yazması olmayanlardan hemcinslerinden aşağı değiller.”
Bunlar beni ilgilendirmiyor, sonuçla ilgiliyim ben… Çözümle ilgiliyim… Şiddetin tamamen ortadan kalkmasını istiyorum. Bu size romantik gelebilir, umurumda değil. Başka bir dünya mümkün diyenlerdenim çünkü! Daha iyi, daha yaşanılası, kansız, şiddetsiz bir dünya mümkün! Barışçıl ve savaşsız olsun! Öfke ve nefret değil sevgi egemen olsun! Ayrımcılık değil, kabul ve rıza olsun! Yana yana değil yan yana durulsun! Bunun için de doğru bir iklim ve söyleme ihtiyaç var, üstelik de acilen; ana program öyle nazik ki, ona uyulsun mesela…
İşte bütün bunları yazar ve ne yapabilirim diye kara kara düşünür, çözüm ararken yolum küfre ve cinsiyetçiliğe düştü benim, dil’e düştü… Ama yerim bitti… Kalanı hemen yarına…
-- Adversting 7 REKLAM ALANI --